27 Şubat 2011 Pazar

Yedi Kartal Efsanesi - 1: Zülfikar'ın Hükmü

Saygın Ersin, Pegasus Yayınları

Zülfikar'ın Hükmü; Saygın Ersin'in Yedi Kartal Efsanesi üçlemesinin ilk kitabı. Ama ne kitap! Son derece heyecanlı ve sürükleyici, dili de su gibi akıp giden; kadim Anadolu efsaneleri ile İstanbul şehrinin yüzlerce yıllık sırları ile dolu dolu bir fantastik bir macera romanı.

Kitabın başında Lokman Hekim efsanesini öğrenip bu aleme adım atıyoruz. Rivayete göre kadim zamanlarda şeytan büyüyü dünyaya göndermiş, yeryüzünde kol gezen şerle mücadele etmek için de cennetten 2 melek sanatlarını dünyaya getirmiş. Ne var ki  yıllar yıllar geçtikçe meleklerin sanatına sahip insanlarıın bile şerrin hizmetine girdiğini görünce cennetin kapıları sonsuza kadar kapanmış. Lokman Hekim ise ölümsüzlüğün sırrını bulmuş ama reçeteyi elinden uçurup kaybetmiş. Diyar diyar gezerek meleklerin sanatıyla doğmuş 7 çocuk bulmuş, onları cengaver yetiştirmiş, boyunlarına kendi yaptığı madalyonları takmış, böylece Lokman Hekim Ocağı kurulmuş olmuş. Yediler yeryüzündeki her türlü şerle, kötülükle savaşmaya başlamışlar ama bu savaşta ölenler olmuş. Ölenlerin yerine yine meleklerin sanatına vakıf başka kız- erkek çocuklar bulmuş Lokman Hekim, Yediler yine tamamlanmış, namları almış yürümüş. Lokman Hekim ölümsüzlük reçetesini aklında kaldığınca yeniden hazırlamış. Bu iksir Yediler'in ömrünü 50 sene uzatıyormuş. Ama ölümsüz değilmiş Yediler, kalleş bir ok, kılıç darbesi yine öldürürmüş onları. Ama yaşlılık, hastalık dokunmazmış onlara, sadece 50 senede bir bu iksiri içmeleri gerekmiş. Böylece Yediler yeryüzündeki ifritlerle, melunlarla savaşmaya devam etmişler. Ustalardan ya da Hatunlardan biri eksildi mi, yerine yenisini bulmuşlar. Lokman da 50 senede bir Yedilere görünüp iksiri hazırlarmış. İksirin reçetesini 8 parçaya bölmüş Hekim, her Usta'ya ve Hatun'a 1 parçasını vermiş saklamaları için.

Yüzyıllar geçmiş, Osmanlı cihana hakim olmuş, İstanbul da cihanın merkezi olunca bütün melunlar İstanbul'a akın etmiş, padişahları bu karanlık güçlerden Solaklar derler 12 en seçme yeniçeriden oluşan bir grup korurmuş. Bunlar bütün melunlarla savaşsalar da Geceliler denen kan içicileri İstanbul'dan söküp atamamışlar. Zaman içinde Yediler de dünyanın merkezi İstanbul'a yerleşmişler ve kötülüğe karşı savaşlarına devam etmişler Solaklar'la beraber.

İşte bu girizgahtan sonra asıl roman başlıyor. Roman günümüzde İstanbul ve Ankara'da geçiyor. Yediler varlıklarını devam ettirmektedirler. Yine iksir yapma zamanı gelmiştir, bunun için yedisinin de birarada olması gerekmektedir ki, Salih Usta'nın çırağı, en gençleri Elif kayıp olduğundan ne yapacaklarını bilemezler. Beri yandan Hassan Sabah'ın Alamut kalesi fedailerine öykünen bir tarikat yıllardır güçlenmiş, şimdi Yediler'e büyük bir darbe vurmayı planlamaktadır. Hiç hesapta olmayan biri de Topkapı Sarayı'ndan esrarlı bir paket çalar. Paketin içinde Hz Ali'nin herşeye muktedir kılıcı Zülfikar olduğunu bilen çok az kişi vardır. Ve Yediler'in iksir yapamadıkları takdirde çok kısa zamanları kalmıştır.

İşte böyle günümüzün modern şehirlerinde geçen, insanüstü efsanevi varlıkların maceralarını anlatan, mükemmel bir roman Zülfikar'ın Hükmü. Efsaneleri  ve fantastik maceraları sevenler bayılarak okuyacak bu kitabı. Salt macera seviyorsanız da kitabın heyecandan tırnak yedirten temposu sizi oldukça tatmin edecek.

Çok sevdim, hararetle tavsiye olunur.



26 Şubat 2011 Cumartesi

Büyük Roman, son cariye ilk sultaniçe

İzzeddin Çalışlar, Doğan Kitap

Sene 1941, Vaniköy'de bir yalı. Yalıda bir araya gelmiş 5 birbirinden egzantrik tip. Yalının efendisi Azamet hanım, son padişah Vahdettin'e olan aşkıyla kafayı yemiş Çingen asıllı bir saray cariyesidir; saçmasapan olaylar neticesinde İstanbul'dan kaçmazdan evvel padişah'tan bu yalıyı hediye olarak almayı başarmış, ama Vahdettin'i hiç unutmamış, takıntı yapmış. Cüce Füruzi, erkek görünümlü dişi bir hilkat garibesi, sarayda cüce soytarı iken Azamet'le yalıya gelmiş, Azamet'in eli ayağı olmuş, inanılmaz bir hafızası var, herşeye divan edebiyatından bir beyitle cevap veriyor. Halime Hanım, bir eski İstanbul beyefendisi! Kitapta okuyacağınız tuhaf olaylardan sonra artık bir İstanbul hanımefendisi olduğuna inanmış, hayatını bu şekilde geçiriyor. Şair Şefik eski bir sosyalist, Halim-Halime'nin de üvey ağabeyi. 1 Mayıs 1923'de Amele bayramında çıkarttığı olaylardan beri aranmakta. Müslim, çocukluğu İstanbul'da tekkede geçerken nasıl olduysa Malta Kardinali Mösyö Duposte olmuş emekli bir monsenyör.

Bütün bu şahane karakterler, bir takım olaylar sonucu Vaniköy'deki yalıda bir araya geliyor. Azamet hanım kafayı üşütmüş, Sosyalist Osmanlı İmparatorluğunu kurup dünyaya hükmetmeyi aklına koymuştur. Bu beş tatlı kaçık ister istemez öyle bir nümayiş çıkartırlar ki, olaylar Reisicumhur İsmet Paşa'nın kulağına kadar gider.

Büyük Roman tarihi bir güldürü. Kısacık, tadı damakta kalan bir kitap (Sadece 174 sayfa), kısa kısa bölümler, geçmişle 1942 arasında gidip gelerek 5 kahramanımızın hikayelerini açıklarken nasıl olup da bu köhne yalıda biraraya geldiklerini anlatıyor. Anlatırken de bol bol güldürüyor. Okuduğum en değişik lezzete kitaplardan biri oldu:))) Tarihi kitap sevenlere hararetle tavsiye olunur.

"Bu kez orta salonu “Yaşasın Osmanlı emperyalizmi,” nidaları kapladı. Kimi impiryalizması, kimi emprimesi, kimi emprazaryosu diyordu ama neyse... "

"İffet Hala, “Olur mu canım öyle şey? Ne demek ‘Halim değilim, Halimeyim?’ Tövbe de. Bu ne biçim şaka?” dedi. Derin bir iç geçirmeyle yerinden doğrulan 89 yaşındaki,Balkan Harbi gazisi Memduh Bey, bastonuna dayanıp, “Devril, bre kafir!” diye ayağa kalktı ve aynen yere yığılıp fücceten gitti."


"Füruzi artık her adamı erkek olarak görmeye başlamıştı. Her bir adam bir erkekti, ve şaşılacak şey, her birinin bir malafatı olmalıydı."






21 Şubat 2011 Pazartesi

Patasana

Ahmet Ümit, Doğan Kitap. Yeni basımı Everest Yayınlarından çıktı.

Patasana'yı 2003 yılında almışım, okumak 8 sene sonra kısmet oldu. Tam olarak bir polisiye roman diyemeyiz Patasana'ya. Antep civarında kazı yapan bir arkeoloji ekibi, daha önce hiç keşfedilmemiş gizli bir oda bulur  kazdıkları antik kentte. Bu odayı 2700 yıl önce Hititli saray yazmanı Patasana yaptırmış ve başından geçenleri anlattığı kil tabletleri saklamıştır odaya, tam 28 tane. Ekip bir yandan kayıp tabletleri ararken beri yandan çevrelerinde işlenen cinayetler yüzünden işlerini yarım bırakmamaya çalışır. Kazı başkanı Esra olukça kaygılıdır, acaba kazıyı durdurmalı mı? Ancak kdim Patasana tabletleri resmi olmayan tarihe ait en önemli yazılı anıtlardır, hepsini bulup yazmanın öyküsünün tamamını da öğrenmek isterler. Esra cinayetlerin 78 yıl önce bu topraklarda işlenmiş başka cinayetlere benzerliğini keşfedince işler iyice karışır.

Kitapta kazı ekibinin Esra ekseninde yaşadıklarıyla tabletlerin öyküsünü beraber okuyoruz. Bir bölüm kazı ekibinin başına gelenler, sonra bir tablet ve Patasana'nın öyküsünü okuyoruz, tam 28 bölüm ve 28 tabletten oluşuyor kitabımız. Enteresan bir nokta şu ki, her yeni bölüm bir önceki bölümün son cümlesinde geçen kelimelerle başlıyor, oldukça enteresen bir detay. Kitapta kişileri uzun uzun konuşturan Ahmet Ümit, o toprakların kanlı geçmişine, işgallere, Ermeni, Kürt sorununa derken her konuya el atmaya çalışmış. Ama polisiye gibi gitmiyor kitap, cinayetler işleniyor, şaşırtıcı bir şekilde katil ortaya çıkıyor. Yani Esra çıkıp Yüzbaşı Eşref'le ipucu arayıp olayları çözmeye kalkmıyor. Patasana'nın tabletleri ise çok daha meraklı, 2700 yıl önce bu topraklarda hüküm sürmüş bir uygarlığı ve başına gelenleri anlatırken kendini merakla okutuyor.

Bütünüyle akıcı ve rahatlıkla okunan bir kitap, ama polisiye olarak değil de, Güneydoğu üzerine bir roman olduğunu düşünerek okumakta fayda var.


Büyükbabam Fırat'a baktığında, içimizdeki sevincin sırrını görürdü, babamsa Fırat'ta bizi düşmanlarımızdan daha üstün kılan gücü görürdü.; zeytini, nohudu, buğdayı, kayısı ve üzümü görürdü. Büyükbabama "Fırat nedir" diye sorduğunuzda, "Gündüzleri sevgilinin gözlerine yansıyan ışıktır" derdi, "geceleriyse sevgilinin çözülmüş siyah saçları". Babama sorsanız alacağınız yanıt belliydi: "Düşmana kaptırılmaması gereken bereketli bir sudur Fırat."


19 Şubat 2011 Cumartesi

Bir Gün (One Day)

David Nicholls, Pegasus Yayınları

Çeviri : Nalan Işık Çeper


15 Temmuz 1988 Cuma. Emma Morley ve Dexter Mayhew üniversiteden mezun oldukları kutlama gecesini beraber geçirirler. Emma çift anadal yapmış, çok zeki, orta halli kuzeyli bir aileden gelme, etkileyiciliğinin farkında olmayan bir kızdır. Dexter ise hali vakti yerinde bir ailenin biricik oğlu, güçbela mezun olmuş ama gelecek kaygısı yaşamayan yakışıklı bir genç. O geceden sonra çok yakın arkadaş olurlar. Romanımız da 20 yıl boyunca her sene 15 Temmuz gününe gider ve kahramanlarımızın yaşamlarının nasıl ilerlediğine şahit oluruz. Her seneden bir günün hikayesini okuruz. Yıllar boyu bazen beraberdirler, bazen ayrı. Mektuplaşırlar, telefonlaşırlar, birbirleri için vazgeçilmez, zaman zaman da çekilmez olurlar. Her yılın 15 Temmuz gününde olan biteni okurken; Em ve Dex'in kariyerlerinde ilerlemelerine ya da tıkanıp kalmalarına;  aşklarına, yalnız  kalışlarına, bazen yırtıp bazen de çuvallamalarına şahit oluruz. Tıpkı bizler gibi! Ve yıllar hızla birbirini takip eder.Seksenler doksanlara evrilir, sonunda 2000'li yıllara geliriz.

Olağanüstü bir kitap Bir Gün. Kesinlikle pembe bir aşk romanı değil. Okuduğum en zevkli, sürükleyici ve gerçekçi romanlardan biri. Emma ve Dexter son derece canlı karakterler, ilk sayfadan yanıbaşımda belirdiler ve kitap bitene kadar herşeyi film gibi izledim adeta. Çok canlılardı kesinlikle. Onların hayat öyküleri, üniversiteden mezun olup gelecekte ne yaşayacağını merak eden 20'li yaşlardan, kariyerinin nereye gittiğini merak eden 30'lu yaşlara, artık yavaşlamaya başlayan hayatına şaşırdığın 40'lı yaşlara kadar, herkesin kendini bulacağı ve muhakkak etkileneceği birer macera aslında. Kitabın merak duygusu da çok yüksek. Acaba Emma ve Dexter bir araya gelecekler mi? Acaba üniversiteden mezun olduklar sonra hayatları nereye varacak, hayal ettikleri başarıya kavuşabilecekler mi? Adeta onlara ne olacağının cevabı, bizim kendi hayatımızın bir aynası olacakmış gibi geliyor, o kadar insancıl ve realistik bir hikaye bu.

Çok beğendim, hararetle tavsiye ediyorum.

"Selam. Benim. Sadece yola çıktığımı ve kahvaltı büfesini görmek için sabırsızlandığımı söyleyeceğim. Belki beş dakika gecikirim.Ayrıca mesajın için teşekkürler, ben de...çok sabırsız olduğum için üzgünüm; o aptalca tartışma için de. Seninle ilgisi yoktu. Birazcık tozuttum o anda. Önemli olan şey seni çok fazla seviyor olmam. İşte. Buyur bakalım. Şanslı herif! Sanırım hepsi bu. Hoşçakal, sevgilim. Hoşçakal." 



14 Şubat 2011 Pazartesi

Beyaz Kale

Orhan Pamuk, İletişim Yayınları

Orhan Pamuk'un 180 sayfalık bu kısacık romanı; Osmanlıların eline düşen bir İtalyan kölenin ağzından payitahtın başkentinde yaşadıklarını anlatıyor. İyi eğitim görmüş bu delikanlı, esir düşüp  İstanbul'a getirilince hekim olduğunu öne sürerek ağır işlere koşulmaktan kurtulur. Sonra bir Paşa'nın kölesi olur, Paşa da onu "Hoca" diye tanınan bir alime hediye eder. İkili 25 sene beraber yaşar, düşünür, yazar ve "ben neden benim" sorusuna cevap ararlar. Sonunda da kaçınılmaz olarak birbirlerine dönüşürler.

Düşünce akışı olarak ilerleyen bir roman. Bu yüzden benim için zaman zaman sıkıcı olduğunu söylemeliyim.  Şehirde veba salgını çıktığı ya da padişah ve avanesiyle sefere gittikleri yerleri daha severek okudum. Orhan Pamuk'un tarzını seviyorsanız okuyabileceğiniz; yoksa sıkılacağınız bir anlatı.


13 Şubat 2011 Pazar

Uçurtma Avcısı (The Kite Runner)

Khaled Hosseini, Everest Yayınları

Çeviri : Püren Özgören



Amerika'da yaşayan Afganlı yazar Emir'e bir gece telefon gelir. Telefondaki, zavallı bahtı kara Afganistan memleketinden en sevdiği aile dostu Rahim Han'dır. "Gel" der Rahim Han, "Yeniden iyi biri olmak mümkün".


Böylece Emir o uzak ülkedeki aslında hiç unutmadığı çocukluğuna bir kere daha geri döner. Savaştan, Rus işgalinden önce hali vakti yerinde bir adamın biricik evladı, zengin bir küçük beydir o. En yakın arkadaşı ise, evin hizmetkarı Ali'nin, Emir'e taparcasına bağlı olan oğlu Hasan'dır. İki küçüğün hayatı 1975 senesindeki uçurtma yarışlarında kökünden değişecektir.


Böylece biz Emir'in ağzından bu hikayeyi okur, o karanlık günde olanları; öncesini; yıllar sonra gelen Rus işgaliyle Emir ve babasının Amerika'ya kaçıp burada yeni bir hayat kurmalarını öğreniriz. Afganistan'da kalanlar ise artık Ruslar'ın değil Taliban'ın insafına kalmıştır, bu zavallı ülkenin halkı bir kere daha insanlık dışı, sefil hayatlara mahkum olmuştur.


Kitap böylece Emir'in ağzından ardı ardına gelen trajik olayları anlatıyor. Her sayfayı çevirdiğimizde başka bir felaketle karşılaşıyoruz ama yazar bu felaketlerin üzerinden duygu sömürüsü yapmamış, olaylar sakince, oldukça akıcı ve sürükleyici bir şekilde anlatıldığı için ne okursak okuyalım sayfaları çevirmekten geri kalmıyoruz. 


Benim için Afganistan'ın tarihini anlatması, dağların arasında kalmış bu bahtsız ülkede yaşananlara; çocukların kaderine dikkat çekmesi açısından sevdiğim bir kitap oldu Uçurtma Avcısı. Yazarın diğer eseri Bin Muhteşem Güneş'i de mutlaka okuyacağım.


"Sokağın köşesini dönmek üzereydi; lastik botları yerden kar öbekleri kaldırıyordu.Durdu, döndü.Ellerini ağzının iki yanına götürdü."Bin tane iste, senin için yakalayayım !" dedi. Sonra o bildik Hasan gülümsemesiyle gülümsedi, köşeyi dönüp gözden yitti."



9 Şubat 2011 Çarşamba

Boğazkesen, Fatih'in Romanı

Nedim Gürsel, Doğan Kitap

 Sene 1980. Paris'te yaşan, hatta üniversitede ders veren bir Türk yazar, Ağustos ayında karısı ve arkadaşlarıyla Anadoluhisarı'nda bir yalı kiralayıp tatil yapar. Karşıdan Boğazkesen diye bilinen Rumeli Hisarı'nı izlerken, Boğzakesen'in; onu inşa ettiren ve Konstantiniyye'yi kuşatıp sonunda Bizans imparatorluğuna son veren Fatih Sultan Mehmed'in öyküsünü yazmayı aklına koyar. Karısı ile arkadaşlarını tatil bitişi Paris'e yollar, kendi de yalıda Boğazkesen'in hikayesinde geçmişe döner.

Biz kitapta hem yazarın Boğaz'daki köhne, güzel bir yalıda romanı nasıl yazdığını, hem de yazdığı romanı okuyoruz. Yazara yalıda bir kadın da katılıyor sonradan, bir kaçak. 12 Eylül gelip çatınca darbecilerden kaçıp yalıya sığınan bu güzel kadınla tutkulu bir ilişki yaşayan yazarımız, beri yandan Sultan 2. Mehmed'in tutkularını anlatıyor bize. Sultan Mehmed'in şehzadeliğinden beri İstanbul'u ele geçirmek tutkusuyla nasıl kavrulduğunu okuyoruz.

Kitabın geçmişi anlatan kısımları adeta masal tadında. Bazen Fatih'in hayatında yer etmiş misal Sadrazam Halil, Akşemseddin, içoğlan Nicolo'nun ağzından olanları okuyoruz. Bazen sadece oradan gelip geçen bir Venedik kaptanının başına gelenleri okurken Fatih'in zalimliğine tanıklık ediyoruz. Yani kısa kısa ve birbirine çok da bağlı olmayan kısımlardan oluşuyor kitap ve hem Fatih'i hem de İstanbul'un alınması değişik yönlerden anlatıyor bu sayede. Fatih Sultan Mehmed'in oğlanseverliğine şöyle bir değinirken; evlere şenlik; genç padişahın Edirne sarayında o zaman hapis olan Drakula Vlad Tepeş'e de hallendiğini, bundan sebep hiddetlenen Vlad'ın Fatih'den daha hiddetli olduğunu göstermek adına kazıklı Voyvoda'ya dönüştüğü bile yazıyor kitapta. Sonra İstanbul'un kuruluş efsanelerini yine pek zevkli, şiir gibi anlatıyor yazar. Ve İstanbul'un kuşatmasını Fatih'in içoğlanı, tüysüz devşirme Nicolo yani Selim'in ağzından okurken kendimizi o savaşın, cesurca çarpışan yiğit Türk ve Bizans askerlerinin yanıbaşında buluyoruz. Şahi denen devasa topun attığı gülleler, İstanbul'u çevreleyen surlara değil, neredeyse bizim kafamıza düşecekmiş gibi hikayenin içine giriyoruz.

Kitabın sonunda bunalmaya başlayan yazarım, yalıda saklanan kaçak kadınla tutkulu bir ilişki yaşıyor,  hababam sevişiyor bunlar ama bize ne bundan? Kitabın 1453'ü anlatan kısımları o kadar şahane ki, o zamana geri dönsün istiyoruz ve sonra bir anda pıt diye bitiyor kitap.

Keşke Nedim Gürsel o şahane kalemiyle, daha uzun, dolu dolu bir Fatih romanı yazsa imiş, ağzımızın suları akarcasına okurduk bu İstanbul aşığı, keyif düşkünü, pek zeki padişahın hayatını.

İstanbul'a dair efsanelere, Osmanlı tarihine, İstanbul'un fethine, Fatih Sultan Mehmed'e merakınız varsa benim gibi bayılarak okuyacağınıza eminim bu küçük ve lezzetli kitabı. Tavsiye olunur.

"Orada, batan güneşin erguvan rengine dönüştürdüğü Boğaz'a karışan Göksu Deresi'nin ağzında küçük bir yelkenli demirlemişti. Bordası Karadeniz'in dalgalarıyla yıpranmış geminin artık rüzgar tutmayan, yırtık pırtık yelkenlerinin arasından Güzelcehisar görülüyordu. Giderek kararan surları, surların dibindeki namazgahı ve kalenin içinden fışkıran ağaçlarıyla insanı yatıştıran bir görünüm vardı. Savaş burada bitmiş, daha doğrusu hiç başlamamış gibiydi.Göksu Çayırı'nın üzerinde kızıl bulutlar dolaşıyordu."



7 Şubat 2011 Pazartesi

Shantaram


Gregory David Roberts, Artemis Yayınları

Çeviri : Banu T. Öğüdücü



Avustralyalı eğitimli bir adam; uyuşturucu müptelası olur, para bulmak için silahlı soygunlar yapar, hapse atılır, bu sebepten karısından ve kızından ayrı düşer, sonunda habire gardiyanlardan dayak yediği acımasız hapishaneden kaçıp Hindistan'a gelir, Bombay (Mumbai) şehrine... Kitap işte tam burada başlıyor, kendine Lin diyen kahramanımız, Bombay'a adım atar atmaz en yakın dostu olacak kişiyle tanışır, dünya tatlısı turist rehberi Prabu! Onunla beraber Bombay'ın parlak yüzünün ardındaki coşkulu ve rengarenk sefaleti keşfederken, Hindistan'ın gerçek yüzünü tanır ve bu şehre aşık olur.


Prabu sevgi ve saygı belirtisi olarak Linbaba diye hitap ettiği kahramanımızı köyüne götürür, Lin burada yerel lehçeyi öğrenir. Dönüş yolunda sarhoş olurlar, hırsızlar bunlara saldırır, Lin'in bütün parasını çalarlar. Prabu, Lin için kendi yaşadığı 25000 kişilik gecekondu alanında bir baraka ayarlar. Linbaba barakada ücretsiz olarak klinik işletir, her işe koşar, gecekondu ahalisinden biri olur çıkar. Kolera salgınında canla başla bokun içinde çalışmaktan yüksünmez.


Kentin parlak tarafında da çeşit çeşit arkadaşları vardır, Fransız Didier, Alman fahişe kız Ulla, kovboy olmayı hayal eden Vikram, Vikram'ın umutsuzca aşık olduğu soğuk İngiliz kızı Lettie ve Lin'in Bombay'daki ilk gecesinde karşılaşıp ilk bakışta vurlduğu soluk kesici buzlar kraliçesi Karla. Rengarenk ve baharat kokan Bombay sokaklarında macera, hareket bitmez. Linbaba bu sokaklarda hüküm süren büyük Mafya Lordu Abdül Kadir Han ile tanışır ve zamanla onun ekibine katılarak her tür yasa dışı mafya işinde çalışır, çok para kazanır, Kadir'i babası gibi sever. Hint hapishanesine düşüp 4 ay korkunç çileler çeker. Onu hapisten çıkartan Kadir bhai ile Afgan dağlarına gidip Ruslar'a karşı savaşır. Bombay'a sağ salim döndüğünde Bollywood işine bile bulaşır. Yeni dostlar ona yeni serüvenler getirecektir. Sadece Bombay'a duyduğu aşk ile Karla'ya beslediği tutku onu hiç bırakmaz. Ve Linbaba yaşamaya devam eder.


Çok uzun bir kitap Shantaram. Neredeyse 900 sayfa, sayfaları büyük yazıları küçük. Ama daha ilk cümlesiyle beni içine çekti ve tüm kitap Linbaba'nın ağzından yazıldığı halde bir an bile sıkılmadan okudum. Ben hiç çizmem satırların altını. Eğer öyle bir huyum olsaydı, kitabın sürüyle satırını çizmiş olurdum. Pek çok acı, sayısız serüven, aşklar ve mutluluklar görmüş bu adamın hayattan öğrenip bizimle paylaştığı altı çizilecek ve unutulmaz alıntılardı gerçekten.


Bununla beraber bir felsefe kitabı, birbirimizi sevelim, öpelim; çakra mantra kitabı değil kesinlikle Shantaram. Macerası, heyecanı, merak duygusu hiç bitmeyen köri kokulu, rengarenk ve capcanlı bir roman o. Linbaba ve Prabu ile beraber Bombay sokaklarına daldığımız ilk sayfalarda Hindistan; baharat kokuları, abartılı renkleri, delişmen insanları ile yanı başımızda beliriyor; adeta biz de kahramanlarımızla beraber hareketli sokaklarda dolaşıyor; sıcaktan ter döküp Muson yağmurlarıyla ferahlıyor; akşam olunca gecekonduya dönüp yerde yatıyor; keyiflenmek için haşhaş tüttürüp Kadir bhai'den hayat bilgisi öğreniyoruz.


Eğer sizi bambaşka bir  kıtada çok farklı bir ülkeye götürecek, sanki orada o macerayı yaşatıyormuş gibi içine alıp her şeyi unutturacak akıcı bir anı-macera romanı okumak istiyorsanız Shantaram sizi bekliyor. Özel olarak Hindistan merakınız varsa da mutlaka okumanız gereken, kesinlikle ülkenin kalbini ve ruhunu anlatan bir kitap.

Etkileyici ve unutulmaz.


"İşte böyle yaparız. Önce bir ayağımızı, sonra diğerini öne atarız. Bir kez daha gözlerimizi kaldırır dünyadaki karmaşıklığa, neşeye bakarız. Düşün. Yap. Hisset. Kendi yaşadıklarımızı, dünyayı besleyen ya da kurak bırakan iyilik ve kötülük dalgalarına bırakırız. Gölgeyle kaplı haçlarımızı umutla bir sonraki gece için yanımızda sürükleriz. Yeni bir günün vaatleriyle cesur yüreklerimizi ittiririz. Kendimizin dışında bir gerçeği tutkuyla, aşkla ararız. Özlemle, tarifsiz bir istekle kurtarılmayı tüm kalbimizle bekleriz. Kader bizi beklediği sürece yaşamaya devam ederiz. Tanrı yardımcımız olsun. Tanrı bizi affetsin. Yaşamaya devam ediyoruz."